Usta Emmi
USTA EMMİ
Hasan ÖZEROL
Yüzyıllarca önce kurulan bir köy varmış Doğu Anadolu’nun yüksek kesimlerinde. Derelerinden şırıl şırıl sular akarmış, dağlarında kekik yavşan kokarmış. Dağ keçileri, ceylanlar, her türlü kuşlar ötermiş avaz avaz. Yüz elli iki yüz metreden daha yüksek kayaların kovuğuna kartallar yuva yapar, bazen de arılar bal yaparmış ağaç ve kayaların kovuklarına. Hatta yüksek kayalardan birine Kuşboku derlermiş. Hayvan barınağına benzeyen mağaraya Geyik Mağarası derlermiş, o mağarada dağ keçileri ve geyikler barındığı için. Mağaralardan üst üste yapılmış iki mağara varmış, ona da İki Ağızlı derlemiş. Kayalar zaman aşımına uğradığından sanki bele kemer bağlanmış gibi görünmekte imiş. Onun için en görkemli görünen bölüme Kurşaklı derlermiş. Bu kaya (taş) dizisinin doğudan batıya devamı on kilometre varmış. Yaratılıştan bugüne dünya üzerinde bulunan dağa yağan kararlın etkisi ile kayalar dilimlere bölünmüş. İnsanoğlu her dilimine benzetme yaparak bir isim vermiş. Mesela batıdan doğuya doğru Dalkaya, İki Ağızlı, Geyik Mağarası, Ballıkaya, Barık, Kuşboku, Diş Oturan, Sayağlı, Yataktaşı, bölümleriymiş. Barık denilen bölüm engin olduğundan dağa yol gidermiş ve dağdaki yaylaya çıkarmış. Sıra kayaların görünümü güneye imiş ve ön kısmı da ormanlarla kaplı imiş... Ormanın güney kesimindeki köye Bizim Köy derlermiş.
Köyün kuruluşu da çok eskilere dayanıyormuş. Köylüler hayvancılıkla uğraşır, yanı sıra az çok olan arazilerini eker biçerlermiş. Zaman gelmiş köyün nüfusu artmış, geçim zorlaşmış, köyden başını alan başka köylere göç etmişler, tekrar köyde nüfus çoğalmış. Devlet yeni okullar açmış köylüleri eğitmek için. Bizim köyde okuryazar azmış, devletin açtığı okullara gidip tahsil yapmışlar.
Bizim köyde yedi yaşlarında babadan yetim kalan birisi varmış. Kimsesiz olduğundan okuyamamış, küçük yaştan kendisini sanata yöneltmiş. Demircilikten, kalaycılıktan, tenekecilikten, marangozluktan, duvarcılıktan ve daha birçok zanaattan anlarmış. Hayvancılık ve rençperlik de yapıyormuş. Komşuların hiçbir işinden de geri kalmaz onlara yardımcı olurmuş. Komşular hem sanatkârlığından hem de yaşı ilerlediğinden ona Usta Emmi veya Usta demeye başlamışlar.
Usta Emmi evlenmiş, ev bark sahibi olmuş, Allah’ın verdiği birkaç da evladı dünyaya gelmiş. Hanımına her zaman, okuyamadım, bari çocukları okutayım da bizim gibi darlık çekmesinler. Emeklerimiz elbette biri bir gün bizi bir çukura gömen olur dermiş. Çocuklarını okutmuş, kızlarını gelin etmiş. “Dar günün ömrü az olur” derler ya; aylar ayı, yıllar yılı kovalamış, yaş gelmiş yetmiş seksene dayanmış. Usta Emmi yavaş yavaş hayat duvarlarından taşların düştüğünü anlamış. İşlere gücü kâfi gelmeyip yapamayınca çocuklarını çağırmış, sonbahar işlerini bitirmişler, “Her yıl olduğu gibi bu yıl da köyde günümüzü geçirelim” demişler hanımı ile. Hanımı da aynı kendi yaşında imiş... Kendisi dinç ve sağlıklı imiş… Her sabah erkenden kalkar, ineği sığıra katar, kahvaltıyı hazırlar, hanımına adını söylemez alıştığı töreye uygun yavaş yavaş, “Kalk kahvaltı hazır” dermiş. Hanımı kalkar, kahvaltıyı ederlermiş ve “Beni yolla da gel” dermiş.
Karakaçan isminde bir de eşekleri varmış. Torunlar geldiğinde Kelğlan’ın eşeğine benzediği için eşeğe Karakaçan derlermiş. Usta Emmi hayvanları çok severmiş. Hatta eşeğinin en yaşlısına bir şiir yazmış.
Usta Emmi sever her tür hayvanın
Yongasıdır derler hayvanlar canın
Yirmi sekiz derler yaşına senin
Bakılırsa kırkı yaşar boz eşek
Usta Emmi hayvanına binmek için gah içinden sesli olarak her zaman türkü söyleyerek yoluna devam edermiş.
Günlerden bir gün eşeği yavru doğurmuş. Yavru büyüyüp oynaşır hale gelmiş. Her rastladığı hayvanın yanında kalırmış, eve gelmezmiş. Usta emmi nerdeyse arar bulur getirirmiş. Sabahleyin ise giderken bazen de usta bindiği zaman kendisi de ön ayaklarını Usta emminin arkasından anasının üzerine koyarak gidermiş, bunu gören herkes gülermiş. Fotoğraf makinesi olanlar bu manzaraya heveslenerek resimlerini çekerlermiş. Gel zaman git zaman derken bu yavru büyümüş, yüklenme yani işe yarama zamanı gelmiş.
Köyde eşek, at işe yaramaz hale gelmiş. Çünkü köy halkı hep gurbetçi olmuş, Karakaçanla yavrusu para etmemiş. Usta Emmi kendisini işinden avara ediyor diye köyün sığırtmacına bedava vermiş, kurtulmuş ve hanımı ile iyi kötü yaşamlarını sürdürmüşler. Usta Emmi eşeğine binemeyecek duruma gelince eşeğini bineceği yere önceden hazırladığı yiyecekten önüne bir parça koyar, eşek yiyene kadar üzerine binermiş ama eşek genç ve yorgun olmadığı için hemen koşarmış, koştuğu zaman da zavallı adam düşermiş. Hatta bir iki defa bu yüzden doktora gitmiş. “Nasıl oldu da düştün?” diyenlere, “Bugün rüşvet vermedim, ondan” dermiş.
Günlerden sonbahar mevsimi gelmiş yine. Kış ihtiyaçlarını tamamladıktan sonra sıra yakacak, odun işine gelmiş. Hanımına bahçede iki yük odun kaldı, o iki yük odunu da getireyim demiş. Kahvaltı yaptıktan sonra hanımını da yardımı ile eşeğine binmiş. Her zamanki gibi”, Hele himmet eyle” diyerek yoluna devam etmiş. Bir iki kilometre sonra 500 metre uzaklığını tahmin ettiği yerden bir eşek zırıltısı duymuş. Kendisi yoluna devam ederken geriden hızla gelen o eşek bindiği hayvanı zorlamış, kendisi yaşlı olduğundan ve dalgın dalgın hayvanın üstünde giderken hayvandan yere düşmüş. Sol omzu, gövdeye yakın yerden kırılmış ve hastanelik olmuş.
Adamın birine, “Baban acından öldü” demişler. Adam, “Vardı da yemedi mi? Öleceğini bilsem dolu darıya satardım” demiş.
Usta Emmi kaderine razı olmuş. Çocukları almış doktora götürmüşler, doktor kırıklarını sarmış, gerekeni yapmış, evlatları da yerine getirmişler. Atalardan kalma bir söz varmış; “Evladın olsun da çamurdan solsun” derlermiş.
Usta Emmi hanımı ile evlatlarının yanında çok uzak bir şehirde yaşıyorlarmış. Köyden uzaklaşınca hayallerinde köy hayatı yaşıyorlarmış. Ama yaşlılık her türü yaşam sürecini bastırıyor yine de köyün etkisinden kurtulamıyorlarmış. Hani bülbülü altın kafese koymuşlar, illa da vatanım diye feryat edince, “Hele şu bülbülü kafesten bırakın ki bu güzel sesli kuşun vatanını biz de görelim” demişler. Bülbülü evden bahçeye çıkarmışlar, kafesin kapısını açmışlar, bülbül kafesten uçmuş, hiç uzağa gitmeden bir dikenli, ağacın dalına konmuş. İnsanoğlu da bülbül gibi ne kadar zor koşullarda yaşadığı yeri unutmaz, orası cennet olurmuş.
Karacaoğlan Elif’e âşık olduğu zaman Elif için söylediği türküyü dinleyen en samimi arkadaşı, “Yahu sen Elif’in ensine heveslendin, âşık oldun?” demiş. Karacaoğlan, “Hele arkadaş Elif’e bir de benim gözümle bak” demiş. Usta Emmi de her oturuşunda, her duruşunda köyünü hatırlarmış. Çünkü sevgiyi, acıyı, tatlıyı köyünde yaşamış ve doğduğu zaman o köyün torağına belenmiş.
Usta Emmi bir şiirinde şöyle der:
Bin dokuz yüz otuz dört dünyaya geldim
Toprakla çaputa sardılar beni
Gözümü açtım da dünyayı gördüm
Çocuk diye hakir gördüler beni
Usta Emmi sanata önem verdiği gibi okuma yazmaya da önem verir, bazen şiir de yazarmış. Anılarını, şiirlerini defter halinde toparlamış ve zaman zaman yazamaz hale gelir, ateşe yakarmış.
Usta Emmi gurbete gitmiş. İlk askere gitmesi ona gurbetin özlemin ne olduğunu öğretmiş.
Sılada bıraktığı biricik oğlu, annesi ve soğuk sularını içtiği, dar yolarlından geçtiği köyü ve can yoldaşı hiç aklından çıkmazmış.
Günlerden bir gün gece nöbeti gelmiş, saat 11-01 nöbetini devralmış. Nöbet yerinde gezerken hayallere dalmış. Yani, “Kendi gurbet elde gönlü sılada” imiş… Nöbetçi astsubay, gece saat 12’ye gelmeden nöbet yerlerini kontrol etmeye gelmiş. Usta emmi astsubaya parola sormuş, astsubay, “kâğıt” demiş. Kendisine parolanın işaretini sorunca kendi nöbet yerinde, gönlü sılada olduğundan parolanın işaretini söyleyememiş. Astsubay nereli olduğunu sormuş, cevap verince de, memlekette mektupları ne ile yazarsın” deyince aklına gelmiş ve “kalem” demiş. Astsubay, “Ben de senin hemşerinim. Bir daha böyle kaygılara dalma. Seni affediyorum, disiplin kuruluna vermeyeceğim” demiş. Nöbet saati tamam olmuş, koğuşa dönmüş, yatağına yatmış, fakat bir türlü kendisini olayın etkisinden kurtaramıyormuş.*
Hasan ÖZEROL
Bizim Köyün Hikâyesi
Köyün kuruluşu da çok eskilere dayanıyormuş. Köylüler hayvancılıkla uğraşır, yanı sıra az çok olan arazilerini eker biçerlermiş. Zaman gelmiş köyün nüfusu artmış, geçim zorlaşmış, köyden başını alan başka köylere göç etmişler, tekrar köyde nüfus çoğalmış. Devlet yeni okullar açmış köylüleri eğitmek için. Bizim köyde okuryazar azmış, devletin açtığı okullara gidip tahsil yapmışlar.
Bizim köyde yedi yaşlarında babadan yetim kalan birisi varmış. Kimsesiz olduğundan okuyamamış, küçük yaştan kendisini sanata yöneltmiş. Demircilikten, kalaycılıktan, tenekecilikten, marangozluktan, duvarcılıktan ve daha birçok zanaattan anlarmış. Hayvancılık ve rençperlik de yapıyormuş. Komşuların hiçbir işinden de geri kalmaz onlara yardımcı olurmuş. Komşular hem sanatkârlığından hem de yaşı ilerlediğinden ona Usta Emmi veya Usta demeye başlamışlar.
Usta Emmi evlenmiş, ev bark sahibi olmuş, Allah’ın verdiği birkaç da evladı dünyaya gelmiş. Hanımına her zaman, okuyamadım, bari çocukları okutayım da bizim gibi darlık çekmesinler. Emeklerimiz elbette biri bir gün bizi bir çukura gömen olur dermiş. Çocuklarını okutmuş, kızlarını gelin etmiş. “Dar günün ömrü az olur” derler ya; aylar ayı, yıllar yılı kovalamış, yaş gelmiş yetmiş seksene dayanmış. Usta Emmi yavaş yavaş hayat duvarlarından taşların düştüğünü anlamış. İşlere gücü kâfi gelmeyip yapamayınca çocuklarını çağırmış, sonbahar işlerini bitirmişler, “Her yıl olduğu gibi bu yıl da köyde günümüzü geçirelim” demişler hanımı ile. Hanımı da aynı kendi yaşında imiş... Kendisi dinç ve sağlıklı imiş… Her sabah erkenden kalkar, ineği sığıra katar, kahvaltıyı hazırlar, hanımına adını söylemez alıştığı töreye uygun yavaş yavaş, “Kalk kahvaltı hazır” dermiş. Hanımı kalkar, kahvaltıyı ederlermiş ve “Beni yolla da gel” dermiş.
Karakaçan isminde bir de eşekleri varmış. Torunlar geldiğinde Kelğlan’ın eşeğine benzediği için eşeğe Karakaçan derlermiş. Usta Emmi hayvanları çok severmiş. Hatta eşeğinin en yaşlısına bir şiir yazmış.
Usta Emmi sever her tür hayvanın
Yongasıdır derler hayvanlar canın
Yirmi sekiz derler yaşına senin
Bakılırsa kırkı yaşar boz eşek
Usta Emmi hayvanına binmek için gah içinden sesli olarak her zaman türkü söyleyerek yoluna devam edermiş.
Günlerden bir gün eşeği yavru doğurmuş. Yavru büyüyüp oynaşır hale gelmiş. Her rastladığı hayvanın yanında kalırmış, eve gelmezmiş. Usta emmi nerdeyse arar bulur getirirmiş. Sabahleyin ise giderken bazen de usta bindiği zaman kendisi de ön ayaklarını Usta emminin arkasından anasının üzerine koyarak gidermiş, bunu gören herkes gülermiş. Fotoğraf makinesi olanlar bu manzaraya heveslenerek resimlerini çekerlermiş. Gel zaman git zaman derken bu yavru büyümüş, yüklenme yani işe yarama zamanı gelmiş.
Köyde eşek, at işe yaramaz hale gelmiş. Çünkü köy halkı hep gurbetçi olmuş, Karakaçanla yavrusu para etmemiş. Usta Emmi kendisini işinden avara ediyor diye köyün sığırtmacına bedava vermiş, kurtulmuş ve hanımı ile iyi kötü yaşamlarını sürdürmüşler. Usta Emmi eşeğine binemeyecek duruma gelince eşeğini bineceği yere önceden hazırladığı yiyecekten önüne bir parça koyar, eşek yiyene kadar üzerine binermiş ama eşek genç ve yorgun olmadığı için hemen koşarmış, koştuğu zaman da zavallı adam düşermiş. Hatta bir iki defa bu yüzden doktora gitmiş. “Nasıl oldu da düştün?” diyenlere, “Bugün rüşvet vermedim, ondan” dermiş.
Günlerden sonbahar mevsimi gelmiş yine. Kış ihtiyaçlarını tamamladıktan sonra sıra yakacak, odun işine gelmiş. Hanımına bahçede iki yük odun kaldı, o iki yük odunu da getireyim demiş. Kahvaltı yaptıktan sonra hanımını da yardımı ile eşeğine binmiş. Her zamanki gibi”, Hele himmet eyle” diyerek yoluna devam etmiş. Bir iki kilometre sonra 500 metre uzaklığını tahmin ettiği yerden bir eşek zırıltısı duymuş. Kendisi yoluna devam ederken geriden hızla gelen o eşek bindiği hayvanı zorlamış, kendisi yaşlı olduğundan ve dalgın dalgın hayvanın üstünde giderken hayvandan yere düşmüş. Sol omzu, gövdeye yakın yerden kırılmış ve hastanelik olmuş.
Adamın birine, “Baban acından öldü” demişler. Adam, “Vardı da yemedi mi? Öleceğini bilsem dolu darıya satardım” demiş.
Usta Emmi kaderine razı olmuş. Çocukları almış doktora götürmüşler, doktor kırıklarını sarmış, gerekeni yapmış, evlatları da yerine getirmişler. Atalardan kalma bir söz varmış; “Evladın olsun da çamurdan solsun” derlermiş.
Usta Emmi hanımı ile evlatlarının yanında çok uzak bir şehirde yaşıyorlarmış. Köyden uzaklaşınca hayallerinde köy hayatı yaşıyorlarmış. Ama yaşlılık her türü yaşam sürecini bastırıyor yine de köyün etkisinden kurtulamıyorlarmış. Hani bülbülü altın kafese koymuşlar, illa da vatanım diye feryat edince, “Hele şu bülbülü kafesten bırakın ki bu güzel sesli kuşun vatanını biz de görelim” demişler. Bülbülü evden bahçeye çıkarmışlar, kafesin kapısını açmışlar, bülbül kafesten uçmuş, hiç uzağa gitmeden bir dikenli, ağacın dalına konmuş. İnsanoğlu da bülbül gibi ne kadar zor koşullarda yaşadığı yeri unutmaz, orası cennet olurmuş.
Karacaoğlan Elif’e âşık olduğu zaman Elif için söylediği türküyü dinleyen en samimi arkadaşı, “Yahu sen Elif’in ensine heveslendin, âşık oldun?” demiş. Karacaoğlan, “Hele arkadaş Elif’e bir de benim gözümle bak” demiş. Usta Emmi de her oturuşunda, her duruşunda köyünü hatırlarmış. Çünkü sevgiyi, acıyı, tatlıyı köyünde yaşamış ve doğduğu zaman o köyün torağına belenmiş.
Usta Emmi bir şiirinde şöyle der:
Bin dokuz yüz otuz dört dünyaya geldim
Toprakla çaputa sardılar beni
Gözümü açtım da dünyayı gördüm
Çocuk diye hakir gördüler beni
Usta Emmi sanata önem verdiği gibi okuma yazmaya da önem verir, bazen şiir de yazarmış. Anılarını, şiirlerini defter halinde toparlamış ve zaman zaman yazamaz hale gelir, ateşe yakarmış.
Usta Emmi gurbete gitmiş. İlk askere gitmesi ona gurbetin özlemin ne olduğunu öğretmiş.
Sılada bıraktığı biricik oğlu, annesi ve soğuk sularını içtiği, dar yolarlından geçtiği köyü ve can yoldaşı hiç aklından çıkmazmış.
Günlerden bir gün gece nöbeti gelmiş, saat 11-01 nöbetini devralmış. Nöbet yerinde gezerken hayallere dalmış. Yani, “Kendi gurbet elde gönlü sılada” imiş… Nöbetçi astsubay, gece saat 12’ye gelmeden nöbet yerlerini kontrol etmeye gelmiş. Usta emmi astsubaya parola sormuş, astsubay, “kâğıt” demiş. Kendisine parolanın işaretini sorunca kendi nöbet yerinde, gönlü sılada olduğundan parolanın işaretini söyleyememiş. Astsubay nereli olduğunu sormuş, cevap verince de, memlekette mektupları ne ile yazarsın” deyince aklına gelmiş ve “kalem” demiş. Astsubay, “Ben de senin hemşerinim. Bir daha böyle kaygılara dalma. Seni affediyorum, disiplin kuruluna vermeyeceğim” demiş. Nöbet saati tamam olmuş, koğuşa dönmüş, yatağına yatmış, fakat bir türlü kendisini olayın etkisinden kurtaramıyormuş.*
Devri daim olsun.
YanıtlaSilAllah rahmet eyleye yeri cennet ola. Sizlerin ve yakınlarının başı sağ ola
YanıtlaSil