“Bizim Buralarda Suyu Çift Bardakla İçerler”
“BİZİM BURADA SUYU ÇİFT BARDAKLA İÇERLER”
Battal METİN
(Kul Metin)
O gün Bayındırlık İl Müdürlüğü ve Emlak Bankasının ortak çalışmaları ile Bayındırlık Bakanlığı Afet Evleri borçlanma işlemlerinin yapılması için görev yeri Malatya’nın Arguvan ilçesi olarak belirlenmişti.
Bayındırlık İl Müdürlüğünden Bir şoför ve bir memur görevlendirilmişti. Memurun İsmi Fahri idi. Ama şoförün ismini hatırlayamıyorum. Sadece Elazığlı olduğunu biliyorum.
Sabah erkenden bayındırlık il Müdürlüğünün tahsis etmiş olduğu bir araçla yola çıktık. Yolculuklarımız hep neşeli ve güzel geçerdi. Ben arkadaşlarla şakalaşır, zaman zaman türküler söylerdim. Bu da yolculuğumuzun sıkıntılı geçmesini engellerdi. Tüm görev yerlerine gittiğimizde ben hep türkü söylerdim yollarda.
Öğlene doğru Ballıkaya köyüne vardık. Varır varmaz hemen Köy Muhtarı Hüseyin Bey’in girişimleri ve yardımları ile çalışmaya koyulduk. Afetten zarar gören köylü dostlarımızın borçlandırma işlemini yapmaya başladık. İşimiz akşama doğru tamamlandı. Biz Malatya’ya dönme hazırlığına başlamış iken Köy Muhtarı Hüseyin Bey, “Bu akşam misafirimsiniz sizleri bırakmam” dedi. Biz her ne kadar Malatya’ya dönmekte ısrar etmiş olsak da değerli muhtarımız bizleri bırakmadı. Hatta benim koluma girerek zorla götürürcesine evine doğru yollandık.
Değerli Muhtarımızın evine vardığımızda çok güzel bir masa hazırlamış olduğunu gördük. O Köylük yerinde mükellef bir sofranın hazırlanmış olması beni şaşırtmadı desem yalan olur. Sağ olsunlar bizleri hemen başköşeye oturttular. Ballıkaya köyünün değerli dostları sırayla hoş geldiniz dedikten sonra masanın etrafındaki boş sandalyelere oturuyorlardı.
Değerli Muhtarımız bir yandan hizmet ederken bir yandan da insanlara cevap vermeye çalışıyordu. Köyün gençlerinden birkaç kişi muhtara yardım ediyorlar masada ne eksik var ise hemen tamamlıyorlardı. Bu arada Muhtarımız masaya yan yana iki rakı bardağı koymuştu. Belli ki muhtarımız misafirlere rakı ikram edecekti. Ben çift konan bardakları anlamamış gibi “Bu çift bardaklar ne olacak Muhtarım?” dedim. Muhtar Hüseyin Bey, “Bizim buralarda suyu çift bardakla içerler” dedi. Bulunduğumuz odanın içinde bulunan insanların bu cevap karşısında güldüklerini ve birbirlerine bir şeyler fısıldadıklarını görmemezlikten gelemedim.
Fahri diye bahsettiğim arkadaş, “Nasıl çift bardakla su içiliyor?” diye sessizce sordu. Ben de, “Bekle görürsün” dedim. Bu arada “nerelisiniz, nerden geliyorsunuz, nasılsınız” gibi sorular soruluyor, bizler de cevabını vermeye çalışıyorduk. Ben Divriği’nin Çamşıhlı yöresinden olduğumu Malatya’da ikamet ettiğimi ve bankada görevli olduğumu ifade ettim. Mahmut Erdal’ı, Feyzullah Çınar’ı, Âşık Ali Metin’i tanıyıp tanımadığımı sordular. Hepsini tanıdığımı, Çamşıhtan Ankara’ya göç edildiğini ve Ankara’da aynı mahallede oturduğumuzu bir bir anlattım.
Bu arada çift bardaklardan birine rakılar doldurulmuş ve yavaş yavaş içilmeye başlanmıştı. Çift bardağın sırrı da böylece çözülmüş oluyordu. Birinci kadeh yarılandıktan sonra muhabbet güzelleşmeye yüz tutmuştu. Köylü dostlardan birisi gençlerden bağlama bulmasını istedi. On, on beş dakika sonra bağlama geldi. Bağlama gelir gelmez hemen benim elime tutuşturdular. Ben oldukça şaşırdım. Ben bağlama çalmasını bilmem, lütfen bağlamayı çalan birisine verir misiniz dedim. Kimse oralı olmadı. Bağlamayı getirten köylü dostumuz, “Sen Çamşıhlıysan bu bağlamayı çalarsın” dedi. Halbuki ben hiç bağlama çalarım falan dememiştim, hatta imada bile bulunmamıştım. Yanımdaki arkadaş da, “Bu türkü söylemesini bile doğru dürüst bilmiyor nerden bilsin bağlama çalmasını?” dedi. “Yolda türkünün bir kıtasını söylüyor, gerisini bilmiyor. O bu işlerden anlamaz” diye köylü dostlarımıza cevap yetiştiriyordu.
Çaresiz kalmıştım, bağlamanın tellerine hafifçe bir dokundum. Bağlamanın düzeni tamamen bozuktu. Gayri ihtiyarı sol elim bağlamanın kulaklarına yöneldi. Tam ben sazı düzenlemeye başlarken sazı getirten dostumuz, “Ben size demedim mi, Çamşıhlılar mutlaka bağlama çalar. Bakın işte, çalmasını bilmeyen saza düzen veremez” dedi. Sonradan öğrendim ki o köylü dostumuz Çamşıhından Ballıkaya köyüne göç etmiş birisiydi.
Çaresiz bağlamayı bir güzel akort ettikten sonra perdeler üzerinde kısa bir gezinti yaptım. Bardaklar yarılanmıştı. İçlerinden biri, “Hadi şerefe dibe” dedi. Bütün kadehler havaya kalktı ve bir seferde içilerek masaya kondu.
Artık bağlama çaldığım anlaşılmıştı. Bizim Çamşıhı gibi Ballıkaya’da da güzel sesler vardı. Ben bir iki türkü söyledikten sonra sıra köylü dostlarımıza gelmişti. Onlarda sırayla türkü söylemeye başladılar. Muhabbet gittikçe koyulaşmıştı. Çok güzel beraber ve tek tek ezgiler birbirini kovalıyordu.
İçlerinden birisi Hüseyin Atalay ağabeyimizi çağıralım dedi. Gittiler alıp getirdiler, tanıştırıp yanıma oturttular. Kısa bir sohbetten sonra Hüseyin Abi elini kulağına bir attı pir attı, öyle yanık söylüyordu ki odadakiler gözyaşlarını tutamamışlar, ağlıyorlardı. Hele içlerinden biri öyle bir başka ağlıyordu ki, bir anlam veremiyordum. Daha sonra öğrendim ki 20 yaşlarındaki kardeşi kanser hastalığına yakalanmış. Onun acısı ile körkütük ağlıyor, bir yandan “gardaşım, gardaşım” diyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. Onların bu halini gördüğümde ben de bıraktım kendimi başladım ağlamaya. Bir yandan da bağlama çalmaya devam ediyor ve Hüseyin Ağabeyime eşlik etmeye çalışıyordum.
Türkülere doyum olmuyordu. Saat gece yarısını geçmişti. Yanımdaki memur arkadaş iki kadehten sonra sızdığından götürüp yatırdılar. Ama şoför arkadaş içki içmediği halde hiç muhabbetten kopmadı ve hep bizle birlikte oldu sonuna kadar.
Saz çalmaya türkü söylemeye ara vermiş koyu sohbetlere dalmıştık. Gecenin bir yarısı kapıda davul zurna sesi gümbürdemeye başladı. “O da ne?” demeye kalmadan, davulcu zurnacı daldı odaya. Odada ahenk bir başka âleme büründü. Muhtarımız dayanamamış, adam gönderip onları buraya getirtmişti. Hemen meydan açıldı, beş on kişi kalkıp halaya durdular. Çok güzel oynuyorlardı. Benim için harika bir geceydi. Tabi ki oyundan ben de nasibimi aldım. Köylü dostlarımızla birlikte bir güzel oynadım. Ama ne oynama görülmeye değerdi…
Muhabbet sabahın dördüne kadar devam etti. Bu anı benim için hayatımda unutamadığım anılardan birisidir. Değerli muhtarımız bizleri son derecede misafirperverliğinin erdemliliği ile ağırlamıştı. Sağ olsun var olsun…
Saygılarımla…
Çamşıhı sitesinde okuduğum bu yazıyı Sayın Battal Metin\’den isteyerek düzenledim ve yayınladım. Sayın Metin\’e Teşekkürler…
Süleyman ÖZEROL, 12 Mayıs 2008
Battal METİN
(Kul Metin)
O gün Bayındırlık İl Müdürlüğü ve Emlak Bankasının ortak çalışmaları ile Bayındırlık Bakanlığı Afet Evleri borçlanma işlemlerinin yapılması için görev yeri Malatya’nın Arguvan ilçesi olarak belirlenmişti.
Bayındırlık İl Müdürlüğünden Bir şoför ve bir memur görevlendirilmişti. Memurun İsmi Fahri idi. Ama şoförün ismini hatırlayamıyorum. Sadece Elazığlı olduğunu biliyorum.
Sabah erkenden bayındırlık il Müdürlüğünün tahsis etmiş olduğu bir araçla yola çıktık. Yolculuklarımız hep neşeli ve güzel geçerdi. Ben arkadaşlarla şakalaşır, zaman zaman türküler söylerdim. Bu da yolculuğumuzun sıkıntılı geçmesini engellerdi. Tüm görev yerlerine gittiğimizde ben hep türkü söylerdim yollarda.
Öğlene doğru Ballıkaya köyüne vardık. Varır varmaz hemen Köy Muhtarı Hüseyin Bey’in girişimleri ve yardımları ile çalışmaya koyulduk. Afetten zarar gören köylü dostlarımızın borçlandırma işlemini yapmaya başladık. İşimiz akşama doğru tamamlandı. Biz Malatya’ya dönme hazırlığına başlamış iken Köy Muhtarı Hüseyin Bey, “Bu akşam misafirimsiniz sizleri bırakmam” dedi. Biz her ne kadar Malatya’ya dönmekte ısrar etmiş olsak da değerli muhtarımız bizleri bırakmadı. Hatta benim koluma girerek zorla götürürcesine evine doğru yollandık.
Değerli Muhtarımızın evine vardığımızda çok güzel bir masa hazırlamış olduğunu gördük. O Köylük yerinde mükellef bir sofranın hazırlanmış olması beni şaşırtmadı desem yalan olur. Sağ olsunlar bizleri hemen başköşeye oturttular. Ballıkaya köyünün değerli dostları sırayla hoş geldiniz dedikten sonra masanın etrafındaki boş sandalyelere oturuyorlardı.
Değerli Muhtarımız bir yandan hizmet ederken bir yandan da insanlara cevap vermeye çalışıyordu. Köyün gençlerinden birkaç kişi muhtara yardım ediyorlar masada ne eksik var ise hemen tamamlıyorlardı. Bu arada Muhtarımız masaya yan yana iki rakı bardağı koymuştu. Belli ki muhtarımız misafirlere rakı ikram edecekti. Ben çift konan bardakları anlamamış gibi “Bu çift bardaklar ne olacak Muhtarım?” dedim. Muhtar Hüseyin Bey, “Bizim buralarda suyu çift bardakla içerler” dedi. Bulunduğumuz odanın içinde bulunan insanların bu cevap karşısında güldüklerini ve birbirlerine bir şeyler fısıldadıklarını görmemezlikten gelemedim.
Fahri diye bahsettiğim arkadaş, “Nasıl çift bardakla su içiliyor?” diye sessizce sordu. Ben de, “Bekle görürsün” dedim. Bu arada “nerelisiniz, nerden geliyorsunuz, nasılsınız” gibi sorular soruluyor, bizler de cevabını vermeye çalışıyorduk. Ben Divriği’nin Çamşıhlı yöresinden olduğumu Malatya’da ikamet ettiğimi ve bankada görevli olduğumu ifade ettim. Mahmut Erdal’ı, Feyzullah Çınar’ı, Âşık Ali Metin’i tanıyıp tanımadığımı sordular. Hepsini tanıdığımı, Çamşıhtan Ankara’ya göç edildiğini ve Ankara’da aynı mahallede oturduğumuzu bir bir anlattım.
Bu arada çift bardaklardan birine rakılar doldurulmuş ve yavaş yavaş içilmeye başlanmıştı. Çift bardağın sırrı da böylece çözülmüş oluyordu. Birinci kadeh yarılandıktan sonra muhabbet güzelleşmeye yüz tutmuştu. Köylü dostlardan birisi gençlerden bağlama bulmasını istedi. On, on beş dakika sonra bağlama geldi. Bağlama gelir gelmez hemen benim elime tutuşturdular. Ben oldukça şaşırdım. Ben bağlama çalmasını bilmem, lütfen bağlamayı çalan birisine verir misiniz dedim. Kimse oralı olmadı. Bağlamayı getirten köylü dostumuz, “Sen Çamşıhlıysan bu bağlamayı çalarsın” dedi. Halbuki ben hiç bağlama çalarım falan dememiştim, hatta imada bile bulunmamıştım. Yanımdaki arkadaş da, “Bu türkü söylemesini bile doğru dürüst bilmiyor nerden bilsin bağlama çalmasını?” dedi. “Yolda türkünün bir kıtasını söylüyor, gerisini bilmiyor. O bu işlerden anlamaz” diye köylü dostlarımıza cevap yetiştiriyordu.
Çaresiz kalmıştım, bağlamanın tellerine hafifçe bir dokundum. Bağlamanın düzeni tamamen bozuktu. Gayri ihtiyarı sol elim bağlamanın kulaklarına yöneldi. Tam ben sazı düzenlemeye başlarken sazı getirten dostumuz, “Ben size demedim mi, Çamşıhlılar mutlaka bağlama çalar. Bakın işte, çalmasını bilmeyen saza düzen veremez” dedi. Sonradan öğrendim ki o köylü dostumuz Çamşıhından Ballıkaya köyüne göç etmiş birisiydi.
Çaresiz bağlamayı bir güzel akort ettikten sonra perdeler üzerinde kısa bir gezinti yaptım. Bardaklar yarılanmıştı. İçlerinden biri, “Hadi şerefe dibe” dedi. Bütün kadehler havaya kalktı ve bir seferde içilerek masaya kondu.
Artık bağlama çaldığım anlaşılmıştı. Bizim Çamşıhı gibi Ballıkaya’da da güzel sesler vardı. Ben bir iki türkü söyledikten sonra sıra köylü dostlarımıza gelmişti. Onlarda sırayla türkü söylemeye başladılar. Muhabbet gittikçe koyulaşmıştı. Çok güzel beraber ve tek tek ezgiler birbirini kovalıyordu.
İçlerinden birisi Hüseyin Atalay ağabeyimizi çağıralım dedi. Gittiler alıp getirdiler, tanıştırıp yanıma oturttular. Kısa bir sohbetten sonra Hüseyin Abi elini kulağına bir attı pir attı, öyle yanık söylüyordu ki odadakiler gözyaşlarını tutamamışlar, ağlıyorlardı. Hele içlerinden biri öyle bir başka ağlıyordu ki, bir anlam veremiyordum. Daha sonra öğrendim ki 20 yaşlarındaki kardeşi kanser hastalığına yakalanmış. Onun acısı ile körkütük ağlıyor, bir yandan “gardaşım, gardaşım” diyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. Onların bu halini gördüğümde ben de bıraktım kendimi başladım ağlamaya. Bir yandan da bağlama çalmaya devam ediyor ve Hüseyin Ağabeyime eşlik etmeye çalışıyordum.
Türkülere doyum olmuyordu. Saat gece yarısını geçmişti. Yanımdaki memur arkadaş iki kadehten sonra sızdığından götürüp yatırdılar. Ama şoför arkadaş içki içmediği halde hiç muhabbetten kopmadı ve hep bizle birlikte oldu sonuna kadar.
Saz çalmaya türkü söylemeye ara vermiş koyu sohbetlere dalmıştık. Gecenin bir yarısı kapıda davul zurna sesi gümbürdemeye başladı. “O da ne?” demeye kalmadan, davulcu zurnacı daldı odaya. Odada ahenk bir başka âleme büründü. Muhtarımız dayanamamış, adam gönderip onları buraya getirtmişti. Hemen meydan açıldı, beş on kişi kalkıp halaya durdular. Çok güzel oynuyorlardı. Benim için harika bir geceydi. Tabi ki oyundan ben de nasibimi aldım. Köylü dostlarımızla birlikte bir güzel oynadım. Ama ne oynama görülmeye değerdi…
Muhabbet sabahın dördüne kadar devam etti. Bu anı benim için hayatımda unutamadığım anılardan birisidir. Değerli muhtarımız bizleri son derecede misafirperverliğinin erdemliliği ile ağırlamıştı. Sağ olsun var olsun…
Saygılarımla…
Çamşıhı sitesinde okuduğum bu yazıyı Sayın Battal Metin\’den isteyerek düzenledim ve yayınladım. Sayın Metin\’e Teşekkürler…
Süleyman ÖZEROL, 12 Mayıs 2008
Yorumlar
Yorum Gönder